Thursday 7 October 2010

Hatırlamakla düşünmek arasındaki o ses

Nobel Edebiyat Ödüllü romancımız Orhan Pamuk’un son kitabı “Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat” raflardaki yerinin aldı. Kitap, yazarın sesine romanlarından daha yakın olmak isteyen okurlarının çok hoşuna gidecek.



“Masumiyet Müzesi”nin yayımlanmasının iki yıl ardından Orhan Pamuk, kariyerinde üçüncü kez bir romanla değil, kurgu haricindeki yazılarının bir toplamıyla okurlarıyla buluşuyor. İlk olarak 1999 yılında çalakalem yazılarını, çeşitli yerlerde yayınlanmış röportajlarını ve denemelerini içeren bir kitap yayımlamıştı Pamuk: “Öteki Renkler.” Daha sonra 2003 yılında, hayli otobiyografik detaylar içeren harikulade bir kent güzellemesi, “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” yayımlandı. Tam yedi yıl ve bir roman sonra, bu kitaplardakine benzer bir stildeki “Manzaradan Parçalar” çıkageldi. Kitabın adındaki manzara kelimesine dikkat çekerek ardındaki neden sorulduğunda, Pamuk, “Manzara benim için hem Türkiye’dir, hem de Dünya,” diyor; “Son birkaç senedir gençliğimdeki resim yapma iştahı canlandı. Manzara resmi, anlamı, İstanbul manzarasını manzara yapan şeyler... Bunlarla ilgiliyim.”


“Manzaranın güzelliği hüznünde yatar”

Enteresandır ki, yazarın “İstanbul” kitabı da manzara üzerine bir alıntıyla açılıyordu: “Manzaranın güzelliği, hüznünde yatar.” O kitapta hakim olan kırgınlık, hüzün, tatlı melankoli duygusunun yerini, “Manzaradan Parçalar”da daha muzip bir ses alıyor. Sanırım Orhan Pamuk okurları için şunu söylemek yanlış olmaz: “Öteki Renkler”de sevdiğimiz bir yazarı ilk defa romanlarının haricinde kişisel anlatılarından tanıma olanağı bulmuştuk. Bu kitapta yeni bir tanışıklığın verdiği heyecan ve çekingenlik vardı. “İstanbul”da bu sevdiğimiz yazarın çocukluğunu dinlerken, bu sefer eski fotoğraflara bakarken yaşadığımız o ılık ve yumuşak nostalji hissi bizi kendine bağlamıştı. Pamuk’un bu kitabında İstanbul’un kendine özgü duygusal iklimiyle özdeşleştirerek kavramlaştırdığı “hüzün” kelimesi, yazarın bizzat seçerek kitabına dahil ettiği Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarının gizli büyüsüne işaret ediyordu sanki. “Manzaradan Parçalar” ise biraz daha muzip ve deyim yerindeyse parçalı bir duygusal tona sahip. Pamuk, bu üç kitabı arasıdaki akrabalıktan şöyle bahsediyor: “Bu kitap, biraz ‘Öteki Renkler’e benziyor, ama burada kendimden daha eminim. Dünya ile kendimden bahsetmeyi aynı anda daha rahat yapıyorum. ‘İstanbul’ kitabımda böyle bir şey keşfettiğimi düşünüyorum. ‘İstanbul’ ne tam bir otobiyografi ne de tam bir antropolojik, İstanbul kenti imgesini yazarlar ve ressamlar tarafından keşfedilmesi üzerine bir denemedir, ikisi arası bir şeydir. Ama onun tonundan çok hoşlandım ve daha sonra yazdığım makalelerde de o tonu tutturmaya çalıştım. Bu kitabımda da bu var.”


Mimari, Resim ve Yazın

Orhan Pamuk’un kalemini bu kadar güçlü, zevkli ve enteresan kılan şey, onun resim ve mimari ile olan ilişkisidir. Bu bakımdan, yine son kitabında da, yazarın gençliğinde resim yapmaya olan merakı, manzara tutkusunu anlamaya yardımcı olabilir. Öte yandan Pamuk, romancı olmaya karar vermeden önce de üniversitede üç yıl kadar mimarlık okumuş. Yazar için resim ve mimarinin o yıllarda kaldığına inanmak hayli zor. Zira Pamuk’un eserlerinde resim ve mimari sadece birer motif olarak değil, onun edebiyatını bizzat şekillendiren faktörler olarak yer buluyor. Yazarın katman katman ördüğü anlatı, her romanda kendine özgü bir ev, bir bina yaratıyor adeta. Bu özel tarzın en güzel örneği “Benim Adım Kırmızı”da, en postmodern ve ayrıksı örneği ise “Kara Kitap”ta kendini göstermişti. “Manzaradan Parçalar”da ise yazar bu sefer “yaşam” dediğimiz şeyin karmaşık mimarisine ışık tutuyor. Gözümüzün önündeki manzaranın parçalanmışlığını hatırlatıyor ve bütünü görme arzusunun felsefi ve edebi hazlarını övüyor. “Yüksekçe bir yerden her şeyin gözüktüğü bakış açısı beni ilgilendiriyor,” diyor Pamuk, “Bu da, filozofun, yazarın, düşünürün, her şeyin anlamını, bütününü görme isteğine denk düşüyor.”

“Manzaradan Parçalar”, yazarın üslubunu sevenler için harikulade bir okuma deneyimi sunuyor. Yazarın babasının ölümü, siyasi dertleri, futbol hakkında hissettikleri, kent gözlemleri, yazın düşünceleri hem birer otobiyografik anlatı fragmanı, hem de kimi zaman duyguların kimi zaman fikirlerin yelkeniyle açılınan birer felsefi macera olarak kurgulanıyor. Pamuk’un bir röportajında “hatırlamakla düşünmek arasındaki o ses” diye ifade ettiği şey, tam da bu olsa gerek.