Monday 9 March 2009

Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar


Tanpınar, uzun zamandır okumak istediğim, sürekli ertelenmesinden suçlulukla karışık bir tür rahatsızlık duyduğum bir yazardı. Lise yıllarımda eserleriyle tanışıp büyük bir hayranı olduğum Orhan Pamuk'un etkilendiği bir romancı olarak Tanpınar, okumadan da seveceğimi hissettiğim bir yazardı. Marcel Proust'la olan uzun süreli münasebetimin üzerine bir gün, bir arkadaşımdan Tanpınar'ın Proust'tan çok etkilendiğini işitmiştim. İşte o günden beri Tanpınar'la ilgili hissettiklerim iyice karmaşık bir hal aldı. Yaşamı bize bir ucundan dokunan, benzer şeyleri sevdiğimiz, benzer şeylerden etkilendiğimiz, benzer şeyler beklediğimiz bir kişiyi uzaktan da tanıyor olsak, ona sempati duyarız, ve hatta uzaktan bir aşk besleriz. Ancak öte yandan bu kişiyle kavuşmanın, kavuşma anında ve sonrasında doğacak o coşkunun hakkını vermek istermiş gibi sürekli geciktiririz karşılaşmayı. Nasıl olsa buluştuğumuzda olacakları biliriz de, bu anı, zaman (ve hatta mekan) içinde kendi istediğimiz noktaya konumlandırmanın lüksünü yaşarız. Biraz kibirli olan bu tutum, beraberinde acı, kaygı, ve merak getirir. Çünkü bu buluşma anı, bir kereye mahsustur: bir kerede, bir yerde, bir anda olacak, ve sonrasında herşey değişecek...
Benim Tanpınar'la geciken buluşmam öyle oldu ki sürekli ertelenemesinden pişmanlık duydum. Ancak, bir yandan da Huzur'daki Mümtaz'la aynı yaşta olmamın verdiği bir güzellik beraberinde geldi.
Huzur'u okumaya Cumartesi günü başladım. İlk başta susuzluğumu gidermek istercesine hızla gözlerimi gezdiriyordum sayfalarda, ancak çok geçmeden bunun yavaş yavaş tatlı tatlı okunması gereken bir roman olduğunu hissettim. Normal okuma hızımın çok gerisinde okuyorum Huzur'u. Şu anda 123. sayfadayım.
İlk gün, 75 sayfa okudum. Roman, bir hastalık havasıyla başlıyordu. Bu ilk 75 sayfada beni en çok etkileyen Mümtaz'ın çocukluğunun anlatıldığı sayfalardı. Babasının ölümü, Annesi'yle olan yolculukları, Antalya'nın muhteşem doğa tasvirleri.. Doğa, rüya, varoluş, bilinç, bilinmezlik... Bunları nefes kesici bir akıcılıkla harmanlayan, adeta organikleştiren Tanpınar, daha bu ilk sayfalarda beni kendine esir etmişti. Mümtaz'ın bu yalnız çocuk hallerini Mozart Requiem eşliğinde okudum.
Dün, 122. sayfaya kadar okudum. Roman'ın ikinci bölümü, Nuran üzerine. Tanpınar'ın aşk tasvirlerinin, çocukluk tasvirlernin yanında sönük kaldığını düşünüyorum şimdilik. Ancak yine de muhteşem... Bu kısımlarda, "deniz" , "müzik" ve "akışkanlık" gibi motifler ilgimi toplamaya başladı. Bu motiflerin üzerine gitmeyi planlıyorum.. ve elbette Boğaz: akışkan, palimpsest...