Friday 28 December 2012

Postmodern Ayna: Beyaz Kale’de Solgun Ateş, Solgun Ateş’te Beyaz Kale



[Kısa Not: Bu yazıya, arşivleri karıştırırken rastladım. Yaklaşık 8 yıl kadar önce yazmışım, lisans yıllarında karşılaştırmalı edebiyat dersi için. Birçok açıdan olgun bir yazı değil; ama gizli-saklı duracağına, burada durması daha hayırlı diye düşündüm... Belki bir ilham verir... Yazının birçok noktasında bana rehberlik eden ve değerli fikirleriyle yol gösteren hocam Nazmi Ağıl'a sevgiler...]


Realizmin sorumluluğu altında doğan roman türü, değişen sosyal ve politik resimlerin etkisinde gitgide farklılaşan bireylerin üretimlerine ve beklentilerine dayalı olarak yepyeni boyutlar kazanır. Ortaya çıktığı 18. yüzyıl tablosunda, varolanı olduğu gibi yansıtmak amacında olan roman, daha sonraları romantisizmin etkisiyle içe dönen bir ayna gibiydi. 20. yüzyılda Einstein’in görecilik kuramını açıklaması ile birlikte “mutlak gerçeklik”in temelleri sarsıldığında ise romanlar, bilinçakışı metodunu kullanarak farklı bireylerin farklı perspektiflerini yansıtmayı amaçlıyorlardı. Modernistlere göre “tek ve mutlak” bir gerçeklik söz konusu değildi. Modernist akımın devamı niteliğindeki postmodernizm ise gerçekliğin varolmadığına, bu yüzden de keşfedilmesinin ve ulaşılmasının imkansız olduğuna işaret eder. Bu düşünce beraberinde büyük bir yapıbozuculuğu[1] getirir. Dil, tarih, görünen gerçeklik dahil her şey masaya yatırılır ve inanç sorgulanır. Dil, gerçekliği yansıtmada yetersiz bir araç, kimi zaman aldatıcı ve hatta kısıtlayıcı olarak görülmeye başlanır. Tarih, artık nesnel bir biçimde geçmişi anlatan bir bilim dalı olarak değil, ideolojik boyutu olan bir tür söylem olarak algılanır. Mutlak gerçek diye bir şey yoktur. Bu bağlamda romanlar, gerçekliği yakalamak için değil, gerçeklik yaratmak için yazılırlar, her seferinde farklı bir gerçeklik. Çünkü postmodern dünyada gerçeklik sadece ilişkilerden yola çıkılarak kurulabilir.
            İnsanlık için her zaman büyüleyici olan “ayna” motifi de bu serüvende yerini alır. Klasik dönemden günümüze, aynaların edebiyattaki kullanımına baktığımızda ona yüklenen sembolik ve gizemli anlamların ışığında, insanların ne kadar etkilendiğini görebilmemiz mümkündür. Ayna, insanın ontolojik varlığını kanıtlamasına bir adım olmuştur herşeyden önce. Ancak bu noktada, bir süre boyunca insanları düşündüren ontolojik bir tehditle karşılaşılır: aynaya aksetmeyen şey varolmaz mı? Yansımasına bakarak insan, kendisini “öteki”lerden ayıran özelliklerini gözleyebilme olanağı bulur ve bu şekilde kendi yerini belirler. Yani insanın kendisini tanımlamasında ayna önemli bir yere sahiptir diyebiliriz. Ünlü Fransız psikalanist Jacques Lacan da bu duruma değinir. Lacan, “ayna evresi” adını verdiği makalesinde, bebeğin ayna karşısına geçip yansımasıyla karşılaştığı dakika hayatında yeni bir dönemin başladığına işaret eder. Bu anlam çoğulluğundan dolayı ayna, konusu insan olan her türlü bilim dalının kapsamı alanına girer: edebiyat, psikoloji, felsefe gibi.
            Eleştiri yazınında da sanata hep bir ayna işlevinin yüklenmiş olduğunu görebiliriz, ancak elbette ki bu ayna farklı dönemlerde farklı yönlere tutulur ve yansıyan şey değişir. Klasik dönemde, sanatın yaşamın bir taklidi ya da yansıması olduğunu öne süren düşünürler, sanatın aynasını yaşama yöneltmişlerdir. Romantik dönemde ise ayna kişinin içine dönüktür, ruhunu yansıtır, bu dönemde sanat duyguların açığa vurulmasıdır. Modernist döneme gelindiğinde ise sanatın aynasını bireyin kendisine çevirdiğini ve herşeyiyle bireyin aksettirildiğini görürüz. Postmodernizmde ayna, gerçek ve imgenin birbirinden ayrılmazlığını, iç-içeliğini belirtmek için kullanılır. Gerçek ve imge iç içe geçmiştir, aynanın önündeki subje ve içindeki obje birbirinden bağımsız varolamazlar, kendilerini birbirleriyle tanımlarlar. Bu noktada aynanın sınırları artık ortadan kalkar ve özne ile nesne sürekli rol değiştirirler. Onları birbirinden ayırmak imkansızlaşır: tıpkı gerçek ve kurmacayı; merkez ve marjini; özne ve nesneyi olduğu gibi. Karşımıza ikilikler çıkar. Bir arayış hakimdir bu tür yapıtlarda. Tüm değerlerin kökten sorgulandığı, bu soyutluğun verdiği rahatsızlıkla birlikte bir kimlik ve gerçeklik arayışı teması ortaya çıkar. Bu sahnede yazar bir oyun oynuyor gibidir, çünkü aynanın sınırlarının silinmesiyle gerçek ve kurmacanın, yazar ve okur arasındaki sınırlar da gevşemeye başlar. Bu şekilde okur da artık kurgusal sürecin bir parçası haline gelir ve böylece gerçek ile kurmacanın iç-içeliği bir kez daha vurgulanmış olur. Yazar, yazma sürecine bir ayna tutarak bu durumu oluşturur, romanın klasik kurgusuna bambaşka bir boyut ekler. Böylece okur, elindeki metnin nasıl oluşturulduğunu bilme ayrıcalığına kavuşur.
Ayna-etkisi postmodern yapıtlarda sıkça karşılaşılan bir durum haline gelir. İkizler izleği, üstkurmaca, palimpsest tarih yazımı, çoklu anlatımlar ve parodiler ayna-etkisi yaratmak için kullanılan yöntemler arasında sayılabilir. Postmodernizm, bir metni bir dilden birbaşka dile, yani bir kültürden bir başka kültüre –tamı tamına olmadan- yansıttığı düşüncesiyle çeviriyi de bir ayna-etkisi olarak kabul eder.
            Orhan Pamuk’un büyük ses getiren ve on üç dile çevrilen kısa romanı Beyaz Kale’nin, bir çok açıdan ayna-etkisini barındıran, postmodern bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. İkizler izleği üzerine kurulu palimpsest üstkurmaca yapısı ile postmodern Türk yazınında dikkat çeken bir eser olmayı başarmıştır. Beyaz Kale’de kullanılan ayna-etkisi yaratmaya yönelik teknikler, bir başka dikkat çekici postmodern eser olan ve yansıtmalar izleğini başarıyla işleyen, yine palimpsest bir üstkurmaca olarak okunabilen Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş adlı romanı ile karşılaştırmalı olarak incelenebilir.
Ancak öncelikle bu iki eser hakkında ayrı ayrı bilgi vermek daha yerinde olacaktır.

Beyaz Kale

İlk olarak 1985 yılında basılan Beyaz Kale farklı tarzı ile dikkatleri üzerine çeker. Daha önce de değindiğimiz gibi Beyaz Kale tümüyle yansımalar ve ayna etkisi üzerine kurulu, katmanlardan oluşan bir yapıya sahiptir. Orhan Pamuk, postmodern edebiyatın kullandığı yansıtma tekniklerinin hemen hemen tümünü bu romanda işler. Romanın anlatısal kuruluşuna baktığımızda önce çağdaşımız Faruk Darvınoğlu, romanın çerçeve öyküsünü anlatmak üzere karşımıza çıkar. Kurmaca karakter Darvınoğlu, elyazmasının 1982 yılında nasıl eline geçtiğini son derece gerçekçi bir biçimde anlatır. Darvınoğlu şöyle der:
“Kitabı günümüz Türkçesine çevirirken hiçbir üslup kaygısı gütmediğimi okuyanlar göreceklerdir: Bir masanın üzerine koyduğum elyazmasından bir iki cümle okuduktan sonra, kağıtlarımın durduğu bir başka odadaki öteki bir masaya geçiyor, aklımda kalan anlamı günümüz kelimeleriyle anlatmaya çalışıyordum.”[2]
Bu satırlarda da görüldüğü üzere, ayna-etkisi daha ilk satırlarda başlamıştır. Darvınoğlu bulduğu elyazmasını Türkçeye çevirir. Daha önce de değindiğimiz gibi, çeviri de postmodern algılanışta bir yansıtma olarak kabul edilmektedir. Darvınoğlu, elyazmasını birebir çevirmediğini, metni aklında kaldığı gibi Türkçe’ye aktardığını söylüyor bize; tıpkı görüntüyü birebir yansıtamayan ayna gibi. Darvınoğlu önsözünde ayrıca söyle der:
“Tarihe olan kuşkum hala sürdüğü için, elyamasının bilimsel, kültürel, antropolojik ya da ‘tarihsel’ değerinden çok, anlattığı hikayenin kendisiyle ilgilenmek istedim.”[3]
Burada da yine tarihe kuşkuyla ve yapısökücü yaklaşan postmodernist düşüncenin bir yansıması görülür. Darvınoğlu, önsözünü “Herşeyi birbiriyle ilgili görmek, sanırım günümüzün hastalığıdır” diye bitirdiğinde aslında yine postmodernizmin mutlaklığı yadsıyan ve bağlantılar doğrultusunda anlamlar arayan düşünce yapısına göndermede bulunur. 
            Daha sonra romanın ikinci anlatıcısıyla, İtalyan ile karşılaşırız. Venedik’ten Napoli’ye gitmekteyken -“Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk,”- Osmanlı donanmasının yolunu kestiği -“Türk gemileri yolumuzu kesti”[4]- bir gemide esir düşen ve İstanbul’a götürülen Venedikli, bir süre sonra Hoca diye anılan bir adama hediye edilir. İlginç olan, Hoca ve Venedikli’nin şaşırtıcı derecede birbirlerine benziyor olmalarıdır. Tüm diğer ilginç olayları tetikleyen de belki bu ayna evresini hatırlatan karşılaşma sahnesidir. Okur tüm hikayeyi bu İtalyan kölenin perspektifinden dinler. Ancak Hoca ve İtalyan köle hem aşırı fiziksel benzerliklerinden ötürü hem de  söylemlerinde sürekli iç içe geçtiğinden bu benzerlik bir süre sonra anlatıcının –ve elbette okurun- kafasını karıştırır ve onu olayların edilgen bir gözlemcisi ve anlatıcısı konumuna getirir[5]. Bu karaterlerin sürekli içiçe geçmesini Şara Sayın şöyle gözlemler:
“Kimliklerin, kültürlerin, gerçeklerin sınırlarının nasıl sürekli aşıldığına, her birinin bir ötekisine nasıl geçir sağladığına, yazarın tek bir söylemin mutlaklaşmamasına gösterdiği özene ve bakış açılarının sürekli değişimine roman süresince tanık oluyoruz.”[6]
Bu ikizler izleği romanın  ilerleyen sahnelerinde Hoca ve İtalyan köleyi “Ben kimim?” sorusuna yanıt aramaya iter. Hoca, İtalyan köleden “ne olduğu”nu yazmasını ister bir kağıda: “Düşünüp, ne olduğumu bir kağıda yazmalıymışım;”[7]. Daha sonraları ise masanın iki ucuna oturup karşılıklı yazmaya başlarlar. Burada bariz bir ayna etkisi görülür. Üstelik birkaç zaman sonra Hoca, yazdıklarının aynısını köleden aynı anda geçirmesini ister. Bu da yazma sürecine ayna tutan yazarların postmodern üstkurmaca eserlerini çağrıştırır. Bir süre sonra ise Hoca ve İtalyan Köle aynanın karşısına geçerler:
“Soyunup birlikte aynanın karşısına geçtikleri yerde ise (ss. 89-93) çiftillik izleğinin bütün öğeleriyle donanmış bir an yaşarlar: hayret, nefret, kıskançlık, homoerotizm, meydan okuma, özdeşlik. Ama bu anarda ortaya çıkan özne, hemen silinmeye, silikleşmeye mahkum olan öznedir: ötekisiz olamaz.”[8]
Jale Parla “Roman ve Kimlik:Beyaz Kale” adlı makalesinde ikizler izleğinin peşini sürerken bir Afrika geleneğinden bahseder: Nijerya’da bir kabile ikiz doğumlarda ikinci doğan bebeği öldürmekte ve öldürülen ikiz eşin aslında ölmediğine, yaşayanla birleştiğine, böylece de yaşayanın iki kişi olduğuna inanmaktadırlar. Bu geleneğe In’meabo derler; “iki kişi” anlamına gelen bir sözcük[9].
            Romanın sonunda bir gece Hoca ve İtalyan köle elbiselerini değiştirip, Hoca İtalya’ya gittiğinde, İtalyan Köle  Hoca’nın yerine geçerek İstanbul’da müneccimbaşı olarak yaşamına devam eder. Ancak, İstanbul’da kalan ne Hoca’dır ne de İtalyan Köle. Ne geçmiş ne de söylem tekildir artık: Hoca’nın geçmişi ile İtalyan Köle’ninki; Hoca’nın söylemi ile İtalyan Köle’nin söylemi iç içe geçmiştir. Arda kalan kişi bu iki karakteri de kendinde barındırır, Afrika ayinlerindeki In’meabo gibi.

Solgun Ateş

Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş adlı eseri de ayna-etkisini her açıdan, olabilecek her yöntemle çok iyi kullanan bir yapıya ve olay örgüsüne sahip.  Kitap Charles Kinbote adlı bir profesörün, yakın arkadaşı olduğunu iddia ettiği John Shade adlı şair tarafından yazılmış 999 dizelik Solgun Ateş adlı şiirine yazdığı önsöz ile başlar. Sözkonusu şiir dört kantodan oluşmaktadır:
“Kısa (166 dize) olan Birinci Kanto, tüm o acayip kuşları ve ufkun yukarılarına serpilmiş renkli lekeleriyle, on üç kartlık yer kaplamaktadır. En çok beğeneceğiniz İkinci Kanto ile şaşırtıcı bir ustalık ürünü oan Üçüncü Kanto, aynı uzunluktadırlar (334 dize); her kanto, yirmi yedi kart tutmaktadır. Dördüncü Kanto, Birincinin uzunluğundadır, onun gibi on üç kart sürmektedir;”[10]
Görüldüğü gibi burada kusursuz bir yansıtma vardır:

Birinci Kanto: 166 dize / 13 kart
İkinci Kanto: 334 dize / 27 kart
Üçüncü Kanto: 334 dize / 27 kart
Dördüncü Kanto: 166 dize / 13 kart

Hiç  de alçakgönüllü olmayan ve gitgide kuşkuları arttıran Charles Kinbote, bu şiiri  şair öldürüldükten sonra, şairin vasiyeti doğrultusunda olduğunu iddia ederek kaçırır, bir de üzerine açıklama yazarak yayınlatır. Ancak Kinbote’nin, önsözü olduğu kadar açıklamaları da son derece şaşırtıcıdır. Kendisinin sürgündeki bir kral –Zembla’nın kayıp Kralı Charles the Beloved- olduğunu öğrendiğimiz Kinbote, Shade’in şiirini ele geçirdiğinde, Zembla Kralının serüvenlerini anlatan, kendisine ithaf edilmiş, masalsı bir epik görmeyi beklemektedir. Ancak ufak bir hayalkırıklığına uğrar; şiir tam anlamıyla Shade’in bir otobiyografisidir:
“Shade’in Zembla Kralı hakkında destansı bir şiir yaratmakta olduğuna nasıl sarsılmaz ve nasıl aptalca bir inanç beslediğimi hepimiz biliyoruz(...) Ah, kendisini ‘tümüyle’ bu temaya adayacağını ummamıştım aslında(...) Ah, acım anlatılır gibi değil! Çılgınca, tutkuyla yaratılmış bir destan beklerken, ne geçmişti elime? Esas olarak şairin kendi yaşamını konu edinen, Appalachaia bölgesini yer olarak seçen ve Pope’un kullandığı veznin yeni bir biçimiyle yazılmış, eski türden bir yapıt;”[11]
Bu hayalkırıklığının etkisiyle Kinbote, şiire yazdığı açıklama bölümünde, şiir üzerinde bir çok değişiklik yapılması gerektiğini savunur ve alternatif dizeler yazar. Be şekilde, şiir artık sadece ve sadece John Shade’in eseri olmaktan çıkıp, Kinbote ve Shade’in eseri olur. On ikinci dizeye, iki dize ekler örneğin:
“Ah, unutmamalıyım bir şeyler söylemeyi
Arkadaşımın bana sözettiği kral hakkında.”[12]
Bu durumda Kinbote, palimpsest tarih yazan kişi konumundadır; satırları silip yerine yenilerini yazar.

Şiirin son dizesi ile eşzamanlı olarak şair John Shade öldürülür, Gradus adındaki bir katil tarafından. Bu katil aslında Zemblalı ‘Gölgeler’in[13] sürgün Zembla Kralı’nı öldürtmek için tuttuğu bir katildir. Ancak o gece Gradus silahıyla Kinbote’yi hedeflediyi halde John Shade ölür. Bu sahne oldukça karmaşık ve ikircikli bir yapıya sahiptir. Çünkü Kinbote’yi vurmak için kiralanmış olan katil, sanki özellikle Shade’i hedef almış gibidir. Kinbote, Shade’i korumak için onun önüne geçer ve Gradus’un tabancasından çıkan hiçbir kurşun Kinbote’ye isabet etmez, Shade’in yere yığıldığı dakikada ise her şey donar. Bu noktada, acaba Kinbote kurmaca bir karakter mi, diye düşünmek yerinde gözükebilir. Şiiri olduğu gibi, önsözü ve açıklamayı da yazan Shade’in ta kendisi olabilir. Kendisine kurmaca bir ölüm yazan ve aynadaki imgesine bürünen bir şair olarak görülebilir Shade. Aslında belki de sınırları olmayan aynadan içeri adım atmıştır. Evinde oturan Shade yerine sürgündeki bir kral; mutlu ve evli bir Shade yerine yalnız bir homoseksüel, et yiyen biri yerine vejetaryen, sol yerine sağ elini kullanan[14] bir adam oluverir. Shade ve Kinbote’nin ikizler izleğini sürdükleri açıktır. İkisi birbirinin hem aynadaki imgesi (hangisi, hangisinin?), hem de ötekisiz varolamayan özneleridir. Bu sahnenin alternatif okuması ise, tüm kitabı (önsöz, şiir ve açıklama) Kinbote’nin yazdığı doğrultusundadır. Kinbote, kendi içinde zaten –keşfedebildiğimiz kadarıyla- üç karakter barındıran bir ruh hastasıdır. Kinbote “gerçek”te (neyin gerçek neyin kurmaca olduğu roman içinde oldukça belirsiz ilerlemekteir, bir süre için gerçek görünen bir şey bir süre sonra gerçekliğini tamamen yitirip kurmaca boyutuna geçer, bu açıdan eser kusursuz bir postmodern açı yakalar) Rusça departmanında ders veren, asıl adı Botkin olan bir mültecidir, ancak kendisini Zembla’nın kayıp Kralı olarak hayal eder. Bu açıdan düşünüldüğünde, Kinbote aslında herşeyi kendisi yaratıyor olabilir, bu durum da romanı tamamen psikolojik bir boyuta taşır.

Beyaz Kale & Solgun Ateş

“Tüm büyük romanlar, büyük oranda kendi yansımalarından doğmuştur, gerçekliğin yansımasından değil” --Raymond Federman
Ayna-etkisini postmodernizmin önerdiği yöntemleri kullanarak, postmodern düşünce yapısını vurgulayan bu keyifli iki eserin bir çok ortak yanı olduğu görülebilmektedir. İki roman da ikizler izleği, çoku anlatım, çeviri, palimpsest üstkurmaca gibi metodları kullanması açısından benzerliker taşımaktadır. Şimdi postmodern çerçevede ayna-etkisini oluşturan yöntemlerin kullanımları açısını esas alarak bu iki yapıtın yansımalarının tünelinde küçük bir  postmodern gezintiye çıkalım.
            Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’si daha önce de değindiğimiz gibi kurmaca bir karakterin önsözüyle başlar. Elyazmasını bulduğunu iddia eden bu karakter açıkça elyazmasını doğrudan aktarmadığını, aklında kaldığı kadarını yazdığını itiraf eder. Yani, kendisi bir metin üzerine yeni bir metin oluşturur. Olay bununla kalmaz, bir de elyazmasını yazan kişi, tarihsel gerçekliklere fazla rağbet etmeyen bir kişidir ve bazı tarihsel “gerçek”liklerin çarptırılmış olduğu hem önsözde ima edilir, hem de okurun keşfine bırakılır. Varolan “gerçek”liği saptırarak ya da değiştirerek yeni bir metin oluşturan bu metinler palimpsest bir özellik taşır.
            Solgun Ateş de kurmaca bir yazarın önsözüyle açılır: Charles Kinbote. Daha sonraları bu yazar, yakın arkadaşı olduğunu ileri sürdüğü John Shade’in otobiyografik şiirinde yaptığı değişikliklerle yeni bir üstmetin oluşturur. “Gerçek”liğin üzerini karalayarak yeni dizeler yazar. Örneğin, 413. dizeyi “a nymph came pirouetting”, “a nymphet pirouetted” olarak değiştirir. Üstüne üstlük bunu kalıbına uydurarak yapar, Shade’in karalamalarından birinde böyle yazdığını ve bunun daha uygun olacağını öne sürerek değiştirir dizeyi. Bu noktada Kinbote tarihi değiştirerek yazan bir edebiyatçı konumunda görülebilir.
            Bir diğer ayna-etkisi yaratan figür de ikizler izleğidir. Bu izlekte, kahramanlar birbirlerini kimliklerinin bütünleyicisi, benliklerinin yansıması olarak görürler. Bu motif dahilinde yer alan iki karakter, sanki süreki aynaya bakıyor gibidir, biri imgedir diğeri ise gerçek; biri öznedir diğeri ise nesne. Ancak rolleri sürekli değişim halinde ve iç içedir. Bu iki karakter, birbirlerinden bağımsız var olamazlar, çünkü birbirleriyle tanımlarlar kendilerini. Biri gittiğindeyse, diğerinde ikisi birden asılı kalır, ortak bir geçmiş, ortak bir dil. Ben ve ötekinin sınırları ve kimlikleri karışmıştır.
            Beyaz Kale’de ikizler motifi oldukça barizdir, hatta romanın ana temasını oluşturur diyebiliriz. Hoca karakteri, Doğu’yu, oryantali simgeler, diyebiliriz; buna karşın İtalyan Köle ise gezgin bir Avrupalıdır, Batı’yı simgeler. Biri efendidir, diğeri köle. Ben ve öteki, özne ve nesne konumları belirgindir. Ancak romanın başındaki bu netlik, sonraları (sis tavirleri de sıklaşır) anlamda inanılmaz bir bulanıklığa dönüşür. Hoca ve Köle iç içe geçtikçe hikaye ikircikleşir, dil karmaşıklaşır. Erok Köroğlu “Kimlik Sorununa Palimpsest Yanıt: Beyaz Kale’de Özne ve Öteki” adlı makalesinde bu ikizler motifinin hem makro hem de mikro okunabileceğine işaret eder. Köroğlu’na göre bu ikiliğin makro alanı romanda Osmanlı-özne ve Avrupalı-öteki kutuplaşmasına işaret eden sosyo-kültürel alandır. Mikro alan ise Hoca ve Köle arasındaki psikolojik boyuttur[15]. Ancak herşeyin tamamen bir psikolojik kurgu olmadığını kim inkar edebilir? Asıl anlatıcı durumundaki İtalyan Köle, bir ayna-imgesi konumundaki gölgesinden yarattığı Hoca karakteri ile şizofren bir kurgu yaşamış olabilir. Carl Jung ‘gölge’ terimini bilinçli zihnimizden saklı tuttuğumuz tüm dürtüleri tanımlamak için kullanır[16]. Ego ve gölge birbirini dengeler, ve kimlik oluşturma aşamasında bir insan “gölge-ikizini” tanımalıdır. Jung, yansıtma kuramını da ‘gölge’ ye dayanarak açıklar: Kendinden fazla emin ego, ‘gölge’sini genellikle başka insanlara yansıtır. ‘gölge’ başka bir insana yansıtıldığında ise ego bu insana kendisinde olmayan herşeyi atfetmiş olur[17]. Hoca ve İtalyan köle bu durumda bölünmüş kişilikler[18] olarak değerlendirilebilir ve aslında bu iki karakter bir tek kişide bütünleşebilir: biri ego diğeri de gölge olarak. 
            Solgun Ateş’te karşımıza çıkan şair John Shade ve profesör Charles Kinbote için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Adından zaten ilk anda şüphe uyandıran John Shade[19], Kinbote’nin ‘gölge’si, Kinbote’nin ‘öteki’si, ‘nesne’si olarak okunabilir. Jung’un söylediklerine dönecek olursak “kendinden fazla emin ego” demişti yani kibirli ego, negatif[20] özelliklerini bir başka kişiye yansıtır.  Hatırlayacağımız gibi Charles Kinbote sürgünde bir kral, yalnız bir homoseksüel, sağ eliyle yazan bir vejetaryendir. Buna karşın John Shade evcimen, mutlu bir evliliği olan (Kinbote eşi ybil’i sürekli kıskanır), et yemeklerini seven, solak bir yazardır. Bu iki karakter açıkça birbirinin yansımasıdır. Aynada olduğu gibi ters yansımaktadırlar; ancak yine de hem varolanı hem de zıttını yansıtan ayna gibi, bazı özellikleri ortaktır: edebiyat, şiir ve ikisinin de erkek olması gibi..
            Kinbote’ye yöneltilen kurşunun Shade’i öldürmesi de kuşkuları yükselten bir sahnedir. Shade öldükten sonra da yazmış olduğu otobiyografik şiirin aslında kendisine ithaf edildiğini iddia ederek şiiri editleyip kendi otobiyografisini de içine katan Kinbote, aslında ortak bir geçmiş, ortak bir dil oluşturmaktadır. Tıpkı Beyaz Kale’nin sonunda söylemleri ve geçmişleri birbirine karışıp bütünleşen Hoca ve İtalyan köle gibi.
            Bir başka nokta ise Kinbote’nin, Shade’in eşi Sybili sürekli kıskanması. Homoseksüel olduğunu bildiğimiz Kinbote’nin Shade’e hissettiklerini göstermesi açısından bu nokta, Beyaz Kale’de Hoca ve İtalyan köle’nin soyunup ayna karşısına  geçtikleri anın homoerotik duygusal akımını çağrıştırır.
            Ayna karşısındaki özne, yansıması konumundaki nesneyi sürekli izler. Bu durum da iki kitabın karakterleri için geçerli ortak noktalar arasındadır. Evin içinde Hoca sürekli İtalyan köleyi izler:
“Bütün gün beni gözetleyen bu meraklı adamın kıskanç gözlerinden kurtulduğum için rahatlamıştım.” [21] 
Solgun Ateş’te ise Kinbote’nin evinin camları Shade’in evine bakmaktadır ve Kinbote süreki Shade’lerin evini izler:
“Pencerem ağacın yapraklarla kaplanması yüzünden işe yaramaz hale gelince ben de, verandanın ucunda, sarmaşık kaplı bir köşe buldum; şairin evinin cephesini buradan rahatça görebiliyordum.”[22]
Şaşırtıcı bir diğer ayrıntı da her iki romanda da astrolojinin önemli bir konumda olmasıdır. Beyaz Kale’de Hoca ve italyan köle sürekli gökyüzünü izlerken görülürler (s.35-45) Hoca, padişaha yıldızlara bakarak yaptığı yorumları aktarır. Bu noktada astrolojinin de bir ayna etkisi yarattığı söylenebilir. Gezegenlerin konumu birebir dünyayı ve yaşamlarımızı etkiliyorsa bu ayna-etkisi yaratır. Aynı durum Solgun Ateş’te de göze çarpar. Kinbote, Gradus ve Shade’in doğumgünleri aynıdır: 5 Temmuz. John Shade büyük eserini yazmaya 1 Temmuz’da başlar, Yengeç burcunda. Gradus’un Shade’i öldürdüğü gece ise 21 Temmuz’dur, yani Yengeç burcunda batan güneş, ertesi günü Aslan burcuna doğacaktır. Astroloji düşüncesinde yeryüzündeki olaylar, gökyüzündeki yıldız hareketlerinin bir yansımasıdır[23].

Bir diğer benzerlik ise yazarların yazma süreçlerine bir ayna tutmalarıdır. Her iki eserde de bu yapıtların oluşum süreci bize aktarılır.
“Yazar anlatıcısını/anlatıcılarını kesintisiz bir yazma sürecinde inşa eder ve biz okurlar sadece sahneyi değil, sahne arkasını da görmüş oluruz. Bu alışılmadık açıklık, edebi yanılsamamızın kırılmasına neden olur.”[24]
Böylece bir şekilde “gerçeklik kanıtlama aracı”[25] kullanılmış olur ve aslında tamamen kurmaca olan bir metin, gerçeklik boyutunda asılı kalır. Okurun da bu sürece dahil olmasıyla, okur artık “tüketici” kimliğinden çıkıp “işbirlikçi” sıfatına yükselir[26]. Okur da artık yazarın yazma sürecine dahil ettiği bir etken, dolayısıyla eserinin bir parçasıdır. Bu yüzden bu tip üstkurmaca eserlerde okura direkt hitap görülebilir. Solgun Ateş’te Nabokov, Kinbote aracılığla direkt olarak okura seslenmektedir. Beyaz Kale’de ise Pamuk, Darvınoğlu aracılığıyla iletişim kurar okuruyla. Kinbote ve Darvınoğlu’nun bize aktarmakla yükümlü olduğu eserler ise Shade ve İtalyan köle’ye ait metinlerdir. Oysa okur, bu metinlerin, Nabokov ve Pamuk’un ta kendilerine ait olduklarını bilmektedir. Yapıtların bu anlatısal yapısındaki inanılmaz derinlik, sanki aynalar aynalardan yansıyormuş gibi iç içe bir çok yansımayı (görüntü) çağrıştırır:
Nabokov > Kinbote > Shade > Solgun Ateş
Pamuk > Darvınoğlu > İtalyan köle > Beyaz Kale
            Gerçek ve kurmaca arasındaki sınırların kalktığı bu çerçevede, bir diğer derinlik de roman içindeki gerçek ve düş sınırlarının karışmasıdır. Beyaz Kale’de İtalyan köle ve Hoca’nın yaşadıkları gerçek ile kurdukları düşler iç içedir[27]Solgun Ateş’te de şizofren, hayalperest karakter Kinbote, kendi düşlerini ve gerçekliği sürekli birbirine karıştırmaktadır, kendi kurmacalarına inanır; tıpkı kendisinin aslında Botkin adında bir profesör olması ama kendisini Zembla’nın kayıp kralı Charles sanması gibi.
            Postmodern sanatta aynaların ne kadar önemli yer tuttuğunu ve söyleyecek ne kadar çok şeyleri olduğuna değinmiştik. Nabokov’un zekice kurgulanmış, bir satranç problemini (çünkü satranç da kusursuz bir ayna oyunudur, siyah-beyaz taşlar karşılıklı dizilirler –tıpkı ayna karşısındaki özne ve ayna içindeki nesne/yansıma gibi- , üstelik kale, at ve fil taşlarının ikizleri vardır[28]) andıran romanı Solgun Ateş; kurmaca ile gerçeği aynı oranda etkili bir biçimde, ikizler izleği üzerinden ikircikli bir atmosferde anlatan Orhan Pamuk’un eseri Beyaz Kale, postmodern dünyada aynaların söylemek istediklerini etkili bir şekilde anlatıyor.  Bu iki eser, ayna-etkisi yaratan yöntemleri kullanmaları, gerçekle kurmaca arasındaki sınırların silikleşmesinin yarattığı gizemli atmosferlerinde kaybolan karakterleri, sürekli onların yanında arayışlarını birlikte sürdüren bir tüketici olmaktan çıkmış işbirlikçi okura seslenmeleri  açısından bir çok ortak özellik taşımakta ve postmodern düşüncenin o füluğ tablosunu büyüleyici bir biçimde gözler önüne sermektedir.




[1] Decostruction: Berna Moran’ın kitabında bu terime karşılık “yapısökücülük” kelimesi kullanılmış.
[2] Pamuk, Orhan. Beyaz Kale. İletişim Yayınları: İstanbul. 1998:10
[3] ibid.,8
[4] ibid.,11
[5] Köroğlu, Erol. “Kimlik Sorununa Palimpsest Yanıt: Beyaz Kale’de Özne ve Öteki”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim Yayınları: İstanbul. 1999:163
[6]Sayın, Şara. “Beyaz Kale Bir Düş Mü?”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim: İstanbul. 1999:99.
[7] Pamuk, 65.
[8] Parla, Jale. “Roman ve Kimlik: Beyaz Kale”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim:İstanbul. 1999:95.
[9] ibid.,87
[10] Nabokov, Vladimir. Solgun Ateş. Yaşar Günenç, çev. Yaba Yayınları: Ankara. 1994:12.
[11] Nabokov, 230.
[12] Nabokov, 66.
[13] Gölgeler: Kralı öldürmek için kurulan örgüt; bu örgüt, kendi kendini sürgün eden kralı öldürme görevini Gradus’a verir.
[14] Boyd, Brian. “Shade and Shape in Pale Fire”.http://www.libraries.psu.edu/nabokov/boydpf9.htm.
[15] Köroğlu, Erol. “Kimlik Sorununa Palimpsest Yanıt: Beyaz Kale’de Özne ve Öteki”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim Yayınları: İstanbul. 1999:158-9
[16] Köroğlu, Erol. “Kimlik Sorununa Palimpsest Yanıt: Beyaz Kale’de Özne ve Öteki”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim Yayınları: İstanbul. 1999:158
[17] Berry, Ruth. Jung: A Beginner’s Guide. Hodder&Stoughton: London. 2000:33.
[18] split-personalities
[19] Shade: gölge
[20] burada “negatif “ sözcüğü “olumsuz” anlamında değil, “varolmayan” anlamında kullanılmıştır.
[21] Pamuk, 115.
[22] Nabokov, 76.
[23] McCarthy, Mary. Introduction: “A Bolt from the Blue”. Pale Fire. by Nabokov. Penguin: London. 2000: xii.
[24] Köroğlu, Erol. “Kimlik Sorununa Palimpsest Yanıt: Beyaz Kale’de Özne ve Öteki”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim Yayınları: İstanbul. 1999:157.
[25] “authenticating device”
[26] Hutcheon, Linda. Narcissistic Narrative: The Metafictional Paradox. Routledge: New York. 1991: xii.
[27] Sayın, Şara. “Beyaz Kale Bir Düş Mü?”. Orhan Pamuk’u Anlamak. Engin Kılıç, der. İletişim: İstanbul. 1999:103.
[28] McCarthy, Mary. Introduction: “A Bolt from the Blue”. Pale Fire. by Nabokov. Penguin: London. 2000:xi.

Friday 30 December 2011

Wanderlust: A History of Walking


The name Wanderlust is becoming increasingly popular nowadays. There is a film soon to be released  with Jenifer Aniston in the lead, it is the name of a travel magazine, and it is the name of a festival for yoga teachers. Wanderlust is also the very catchy title of a book by Rebecca Solnit on the history of walking. The association of walking with thinking has been a centuries-old impression yet the scholarly research digging deep into this association is still not substantial in number. There awaits a lot to be discovered, uncovered, studied, analysed out there. Rebecca Solnit's book is taking up one dimension, the history of walking, and takes the reader by the hand back to the Peripatetic Philosophers in the Ancient Greece. The book then travels in time and space to Rousseau's walks, Kant's walks, and Kierkegaard's walks... Solnit draws from the inspiration she gets from her personal walks and sets out to search the famous philosophers that used to go out for a walk. She also brings up some theoretical writings on walking from the Ancient Greece and Medieval Europe to the Enlightenment and contemporary world. Well aware of the resistant and transgressive nature of walking, Solnit produces a very insightful account which every walker needs to enhance the pleasure s/he derives from spontaneous walks. 
Wanderlust: A History of Walking comes also as a lovely edition from Penguin. The dimensions of the book is unusal, and the paper quality of the cover is very soft and silky. It is enjoyable to touch, to hold in your hand while reading. It is not only a very gripping but also a very haptic read! The volume is further enriched by quotes on walking that flow through the entire book in the form of "subtitles". Further enhancing the feeling of free-form reading (sometimes you cannot help but gaze at the sentence below the page), the quotes actually increase the suspended appetite of the main text. If you enjoy taking spontaneous walks, this book is a must read to feel that you are not alone in a world webbed with highways and high technology.

PS: With this book, I will start giving star ratings for books so that you know how I feel about the book as a whole and whether I recommend it or not.  

Wanderlust: A History of Walking
Rebecca Solnit
Penguin Books, 2001
5 STARS