Sunday 31 May 2009

Chaos, Territory, Art: Deleuze and the Framing of the Earth


Elizabeth Grosz'un son kitabı olan Chaos, Territory, Art, Deleuze'ün sanat yaklaşımı üzerine yoğunlaşıyor. Ancak genel anlamda bir yardımcı kitap kesinlikle değil, zira Deleuze hakkında bilgi sahibi olmayan okurlar için başta dili ve terminolojisi, metni anlamlandırmanın önünde engel oluşturacaktır. Öte yandan, Elizabeth Grosz, anlaşılması zor gözüken, kolay tanımlanamayan Deleuzyen terimlere oldukça güzel, sakin, ve anlaşılır yaklaşıyor. Bu şekilde, korkutucu gibi gözüken bir terimi örneğin, adını bahsetmeden dolaylı, sakin ve tutarlı bir üslupla anlatarak, doğru zaman geldiğinde "işte bu" diyerek, okuyucuya sunuyor. Eğer bu kavramı önceden Deleuze'den dinlediyseniz, Grosz'un yaklaşımı güzel bir anlam yorumu olarak katkıda bulunuyor.
Kitap ne ile ilgili? Öncelikle Grosz, sanatın felsefe ve bilim alanları ile benzer bir derdi olduğunu, ancak bu üç disiplinin bu soruna farklı yöntemlerle yaklaştığını ve bunun sonucu olarak da farklı şeyler ürettiğini vurguluyor. Peki nedir bu ortak sorun? Bilinmeyen elbette. Bir diğer deyişle 'kaos,' yani evrende bizim algımız veya düşünce modellerimizin henüz açıklamadığı, gerçekleşmemiş, ama potansiyel olarak varolan ilişkiler bütünü, titreşimler. Sanat, bu bilinmezliğin güçlerine yönelerek, onlardan tüm bedeni uyaran, yeni ve alışılmadık duygulanımlar yaratır. Örneğin, bir çığlık-olmak gibi. Felsefe ise bu bilinmezliği açıklayacak veya onun üzerine düşünmeyi sağlayacak terimler üretir. Bilim ise bu bilinmezlikten belli paternler çıkarsayarak, tahmin edilebilirlik paternleri oluşturmaya çalışır ve bu şekilde geleceği kontrol etmeye yönelir. Aslında her üç disiplin de bunu yapmakta, geleceğe yönelmektedir. Çünkü gerçekleştirilen her bilinmezlik, bu sınırın daha da ileri doğru itilmesine neden olur diyebiliriz. Öte yandan kaosun güçleri hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemez, sadece yaklaşılabilir, bizim algılayacağımız boyuta indirgenebilir, ama mutlaka kendi özlerinden birşey kaybederler. Kaosun güçlerinin varoluş sınırlarımız içine akmasını sağlayan sanat, felsefe ve bilim, aslında bu bakımdan bir tür "elek" işlevi görür. Aynı zamanda bu üç disiplin de bir çerçeve belirlemekte ve onun içinde varolmaktadır. Örneğin, Deleuze'e göre en eski sanat, mimari olarak görülebilir. İlkel insan, kendi yaşam alanını belirleyerek, onun sınırlarını çizerek, kendine bir "alan/ülke/yurt/mekan" yaratmıştır. Bu an, bir içerisi ile birlikte bir de dışarısı oluşturmuştur. Güvenli, bilinen, tahmin edilebilen bir içerisi ve tekinsiz, bilinmeyen, anlaşılamayan güçlerin alanı olan dışarısı. Bu çerçeve, hem maddesel hem de düşünsel bağlamda yaşamlarımızı, hayat algımızı, düşünce dünyamızı, yani tam anlamıyla varoluşumuzu tanımlamaya, çerçevelendirmeye devam etmektedir. Bu açıdan, yani "çerçeve" açısından bakıldığında, üç disiplinimiz (sanat, felsefe, ve bilim) bu çerçeveyi hem oluşturan, hem de onda delikler açarak kaosun bilinmeyen güçlerini çerçevenin içine alan pratiklerdir. Varoluş sınırlarımızı belirlemekle kalmaz, kendimizi evrende konumlandırmamıza, bu konumu niteliklendirmemize yardımcı olurlar. Bununla birlikte, birer elek vazifesi görerek kaosun güçlerini zaman zaman faydalı olabilecek şekilde yaşam alanımızın içine akıtırlar. Sanat, bilim ve felsefe bu bağlamda tanıdık güçlerin, bilinmeyen güçlerle bir birleşimi olarak görülmektedir. İşte Deleuze'ün anlaşılması zor kavramlarından biri olan "ritournelle" veya ingilizcesi "refrain" burada karşımıza çıkar. Tez konum olduğu için "refrain" ile baya uğraşmıştım. Çoğu metin, sürekli daha fazla terimi işin içine sokarak anlatmaya çalışırken refrain'i, Grosz bir çerçeve modelinden, ve günlük hayatımızın merkezindeki ev modelinden yola çıkarak anlamamızı kolaylaştırıyor. Ben de tezimin ilk taslağında, Bachelard'dan faydalanarak ev örneği üzerinden anlatmayı seçmiştim. Yani nedir peki şu refrain diyecek olursanız, üç özelliği var: birincisi kaos'un ortasında, kaosun güçlerini düzenleyerek oluşturduğumuz bir ses bloğu, yani düzen (ama geçici). Karanlıkta korktuğunda ıslık çalan bir çocuk örneğini veriyor Deleuze. İkinci özelliği, bunun bir çerçeve belirlemesi, yani bilineyen kaos güçlerini dışarda bırakmaya yönelik, izole etmeye yönelik bir görev kazanması. Üçüncü olarak ise, kaosun güçlerini seçerek içeri bırakması: evin pencereleri gibi. Tüm bunlar olurken, refrain, hiç değişmeden kalır. Kimi zaman çerçevenin doğası tamamen değişir, çünkü çerçevenin içi de tam olarak sabit ve durgun değildir, içerde de bir hareketlilik bir ilişkiler bütünü vardır. Refrain, ilk başta bir şeyin sonucu olarak ortaya çıkmasına rağmen, bu neden, çerçevenin doğasının değişmesinden ötürü ortadan kalksa bile refrain ortadan kalkmaz ve çerçeveyi bir arada tutmaya yarar. Tüm bunları anlamak için Deleuze ve onu açıklayanlar (örneğin Ronald Bogue) kuşların melodilerinden yola çıkar. Bunun detaylı incelemesi ve açıklaması için Ronald Bogue'un Deleuze on Music Painting and the Arts kitabına yönelebilirler.
Grosz'a dönecek olursak, sanırım kitabın adı buraya kadar anlaşılmış olmalı. Grosz, sanat bilim ve felsefenin içinde bulunduğumuz evreni nasıl çerçevelediğini, anlamlandırdığını, ama daha önemlisi kaosa nasıl açıldığını, tüm bunları hangi yöntemler ile nasıl yaptığını ve ne sonuçlar doğurduğunu anlatıyor. Daha çok sanat (müzik ve resim) ve duygulanım üzerinden felsefe ve bilime açılıyor. Sanatın (özellikle müziğin) doğuşunu anlamak için Darwin'den yaptığı alıntılar ve Lingis katılmış analizler, çok heyecan verici. Grosz, bir de Çağdaş Aborigin Resmi üzerine, anlattığ teoriler ışığında yorum eklemiş. İlgilenenler bu detaydan hoşlanabilir.

Wednesday 27 May 2009

Modern Kıbrıslıtürk Edebiyatı Serisi


Kıbrıs'ta heyecan verici gelişmeler her zaman olmuyor. Politik alanda belki ama özellikle görsel sanatlar ve edebiyat alanında sular her daim sakin bu diyarda. Geçtiğimiz hafta içinde, beni çok heyecanlandıran bir projenin basın toplantısı ve tanıtım kokteylinde, özlediğim edebiyat ortamlarından biri vardı. Kıbrıslıtürk şair, yazar, ve sosyal düşünür Mehmet Yaşın'ın önderliğinde, dört yıl süren kapsamlı ve kalabalık bir çalışma ile Modern Kıbrıslıtürk Edebiyatı Serisi oluşturulmuştu. Kıbrıs'ta bir edebiyat geleneği yok değil. Gelenek belli ki var ama kitapevi yok. Kuzey Kıbrıs'ın 5 büyük kentinde sadece Lefkoşa'da bir-iki kitapevi bulunuyor. Yani öğrenci kenti tabir edilen Magusa'da, azımsanmayacak öğrenci ve genç nüfusa sahip Girne'de, Güzelyurt ve Lefke'de gidip vakit geçirebileceğiniz, yeni çıkanları takip edebileceğiniz bir kitapevi yok. Yani adada okuma alışkanlığı, malesef yaygın değil. Peki okuma alışkanlığı yoksa, edebiyat geleneği nasıl var olabilir?
Mehmet Yaşın'ın önderliğinde bir araya gelen sekiz editör, nasyonalist projenin kurumsallaştırmasından uzak kalmış bir edebiyat seçkisini, Modern Kıbrıslıtürk Edebiyatı olarak sunuyor. Bu, Yaşın ve ekibinin nasyonalist bir amacı olduğu anlamına gelmiyor. Sömürge yönetimi, savaş, ve benzeri sosyal nedenlerden ötürü 19.yy'da sınırları ulus ekseninde çizilememiş olan ve dolayısıyla kurumsallaşmamış ve gelenekleşmemiş bir edebiyat vücudu oluştururken Yaşın ve ekibi, modernist değil aslında postmodernist bir açıdan bakıyor bu kavramlara. Yani "gelenek", "ulus", "modern edebiyat" gibi kavramlara eleştirel yaklaşıyor. Örneğin, her seçkide olduğu gibi bir edebiyat kanonu tartışması açılmış seçkinin oluşturulma ve yayımlanma sürecinde. Yaşın ve arkadaşlarının yaptığı seçkiye dahil olmak istemeyen, dahil edilen eserleri ve kişileri eleştiren, projeye sıcak bakmayan yayınevleri ve yazarlar olmuş. Yaşın'a kanonlaştırma eleştirilerine nasıl baktığını sorduğumda, bu tür eleştirilerin proje açısından aslında verimli olduğunu söyledi. Oturmuş bir edebiyat kanonunun olmaması, seçkinin hem bir kanonlaştırma hem de yeniden kanonlaştırma yapmasına olanak tanıdığını ve bu yaklaşımın gölgede kalmış, örneğin kadın yazarları veya yöresel aksanla eserler veren sözde popüler kültür sanatçılarını da seçkiye katabildiklerini belirtti. Öte yandan "modern" kelimesi üzerinden açılan bir tartışma üzerine kendisine seçilen edebi türlerin (Romanlar, Öyküler, Operet ve Oyunlar, Şiirler, Denemeler, Edebiyat Eleştirisi) batı edebiyat geleneğinin şekillendirdiği türler olmasının bir tür kısıtlama getirip getirmediğini, neden böyle bir sınıflandırmaya gitmeyi tercih ettiklerini, ve bunun dezavantajları olup olmadığını sordum. Yaşın, "modernite" kavramının zaten batı-merkezli bir bakış açısını ima ettiğini söyledi ve elbette bahsedilen sınıflandırmalara uymayan metinlerle karşılaştırkarından bahsetti. "Kimi zaman önemli ve uzun süren tartışmalar yaşadık, bu metni denemelere mi koysak, anı yazılarına mı, yoksa edebiyat eleştirisine mi? Örneğin Anı ve Gezi Yazıları cildinin ilk eseri böyle bir şey. Hem bir anı, hem de sosyal eleştiri. Genellikle sosyal ve politik eleştiri yazılarını Denemeler cildinde toplamıştık, bu nedenle bu metin üzerine çok düşündük. Benzer tartışmalar Denemeler ve Edebiyat Eleştirisi ciltlerini oluştururken yaşandı. Aynı zamanda iki sınıfa da girebilecek eserler, veya ikisinin de arasında duran eserlerle karşılaştık," diyor Yaşın. Bu da önemli bir nokta, sözkonusu sınıflandırmalar da tıpkı seçkiler gibi tartışmaya açık. Üçüncü tartışmalı nokta ise "Kıbrıslıtürk" ifadesi. Seçilen eserler, 1870ler kadar gerilere gidiyor. Peki bu zamandan beri bir Kıbrıslıtürk kimliğinden söz edilebiliyor mu? Kıbrıs'ta 16.yy'dan beri Türkçe konuşulmasına rağmen, yazılı Türkçe edebiyat, 1878'de, adaya baskı makinasının İngiliz sömürgeciler tarafından getirilmesiyle başlıyor. Bu dönemde Türk ulus bilinci yerine Osmanlı-Müslüman bilinç olduğu biliniyor. Yaşın, Kıbrıslıtürk kimliği ve ikidillilik üzerine heyecan verici ve hatta çok ender bulunan türden çalışmalar gerçekleştirmiş bir sosyal düşünür. Yaşın'ın 1994'te çıkan Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi ve onun genişletilmiş basımı olan Eski Kıbrıslı Şiiri Antolojisi, adada varolan kimlik halleri üzerine düşünen kitaplar. Elimizdeki seçkide de Yaşın, Kıbrıslıtürk tanımını mümkün olduğunca geniş tutuklarını belirtiyor. Kıbrıs'ta yaşayan, kendini Osmanlı-Müslüman olarak tanımlayan Osmanlıca veya Türkçe ürün veren yazarlar ile İngiltere'de yaşayan ve İngilizce yazan Kıbrıslıtürkler, Türkiye'de ürün veren Kıbrıslıtürkler ve hatta Türk diline bağlanıp adada yaşayan, eserlerini Türkçe veren Kıbrıslıermenilerin yapıtlarını da içeriyor seçki. "Böylece," diyor Yaşın, "'Kıbrıslıtürk Edebiyatı' tarifi, birbiriyle çelişmek yerine, içiçe geçen çok-kültürlü, çok-dilli, çok-coğrafyalı bir dizgede ele alınıyor."


Önemli bir ilk
Böylesi zengin bir bakış açısının oluşmasının arkasında Yaşın ve bir dönem kendisinin öğrencisi olmuş, adanın genç yazar, eleştirmen ve şairleri bulunuyor. Ahmet Gildir, Bilen Kılıç, Gür Genç, Jenan Selçuk, Murat Bülbülcü, Nazan Ökçün, Suzan Yılmaz ve Turhan Uludağ'dan oluşan editörlerin yaptığı seçki, Kıbrıs'ın ihtiyaç duyduğu önemli bir çalışma ortaya koymuş. Malesef özellikle akademik ilgiye yönelik, Kıbrıslıtürk edebiyatı ile ilgili çalışma pek bulunmuyor. Hele Kıbrıslıtürk yazarları ve eserleri tanıtmaya yönelik böylesine zengin bir seçki, özellikle akademik perspektiften yaklaşmak isteyenler için önemli bir boşluğu doldurmanın yanısıra büyük kolaylık sağlıyor. Özellikle eserlerin ikidilli, yani hem Türkçe hem İngilizce olarak yayımlanması seçkinin hedef kitlesini oldukça geniş tuttuğunu gösteriyor. Bununla birlikte seçki, Yaşın'ın önsözünde belirttiği üzere, akademik bir antolojik inceleme olmak iddiasında bulunmuyor. Ancak, çoğunlukla İngiliz Edebiyatı ve Kültürel İncelemeler geçmişine sahip kişiler tarafından hazırlanan derlemeler, aslında akademik bir tona sahip. Özellikle son iki cilt, yani Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme, Yaşamöyküsü ve Kaynakça, diziye akademik tonunu katan önemli kitaplar. Edebiyat tarihine ve üretilen eserlerin hem sosyal hem de sanatsal kabulune kılavuzluk eden Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme cildi, seçkinin diğer ciltlerinde yer alan eserler ve yazarları üzerine eleştirel metinler içeriyor. Bu şekilde, yer bulan eserler ve yazarları ile ilgili daha derinlikli bir resim sunmakla birlikte, tartışma alanı oluşturuyor. Bu da akademik bakış açısına önemli bir katkı teşkil ediyor. Serinin son cildi, Yaşamöyküsü ve Kaynakça, seçkide yer alan yazarlar, eleştirmenler ve seçkinin editörler hakkında ansikopedik sayılabiliecek kısa bilgiler veriyor. Bu şekilde, okumakta olduğunuz yazarın yaşamöyküsü hakkında el altında bir kaynağa sahip oluyorsunuz. Kitapta ayrıca akademik tarzda hazırlanmış bir de kapsamlı kaynakça kısmı bulunuyor. Kıbrıslıtürk edebiyatının hemen hemen her eseri, üzerine yapılan çalışmalar, inceleme kitapları, bu bibliyografyada sıralanmış. Yani, araştırmanızı geliştirmek isterseniz de bu bibliyografya sayesinde, ilginizi çeken eserlerin izini sürebiliyorsunuz. Tüm bunlar, bu çalışmanın aslında akademik perspektiften ele alındığını gösteren öğeler.


Arşiv taraması

Yüksek Lisansımı tamamladığım Doğu Akdeniz Üniversitesi, İngiliz Edebiyatı ve İnsani Bilimler Bölümünde, Kıbrıs Edebiyatı üzerine çalışan birçok sınıf arkadaşım oldu. Böyle bir heves, bir ara ben de geliştirmiştim ancak bu alanda kaynakların azlığı, özellikle de akademik kaynakların azlığı nedeniyle projeyi sürdürmenin mümkün olamayacağını düşünmüştüm. Zira Kıbrıs Edebiyatı ama hangi eserler? Sadece üzerine çalışmak isteyeceğim eserleri seçmek için bile, birçok eser okumak ama en önemlisi bunlara ulaşmak (kitapevi de yokken) gerekiyordu. Modern Kıbrıslıtürk Edebiyatı Dizisini ortaya çıkaran ekip, kapsamlı bir arşiv taraması ile bu seçkiyi oluşturmuşlar. Bazı eserlere, başka metinlerde adları geçmesine rağmen, yani varlıkları bilinmesine rağmen, ulaşılamamış. Yani ekibin yaptığı araştırma, azımsanacak boyutlarda değil, çok emek verildiği aşikar.

Peki kimler var?
Peki seçkide kimler var? 1870'lerden, yani İngiliz sömürgecilerinin adaya baskı makinası getirmesiyle kitap basmanın kolaylaştığı yıllardan günümüze uzanan bir zaman dilimini kapsıyor Modern Kıbrıslıtürk Edebiyat Dizisi. Başka bir deyişle, modernlikten postmodernliğe uzanıyor. Kendi eleştirel tavrını da buradan alıyor. Seçkide yer alan şair, yazar, öykücü ve eleştirmenler arasında ilk göze çarpan ve tanıdık gelenler şöyle: ünlü soyut-avangard şair Osman Türkay, şair ve romancı Neşe Yaşın, geçtiğimiz senelerde yitirdiğimiz düşünür Ulus Baker, ünlü romancı Fikret Demirağ. Son yıllarda uluslararası beğeni toplayan Kıbrıslıtürk yönetmen Derviş Zaim de seçkide bir senaryosu, bir de romanı ile yer alıyor.


Birkaç yakıştıramadığım nokta

Seyyal Taner'in şarkısında dediği gibi: "gizli kalsa herkes bilse" ikilemini yaşatan bir durum. Zira böylesi kapsamlı, emek verilmiş, heyecanla oluşturulmuş ve her yönüyle takdiri bence hakeden bir çalışmaya yakışmayan bazı özensizlikler göze çarpmıyor değil. Bu kadar güzel tartışmalar yaratan bu seri üzerine bu kadar çok şey söylemişken noktayı koymak isterdim zira içimden canımı sıkan bu noktaları söylemek gelmiyor. Ama işte bilinmeli ki ikinci baskısında en azından düzeltilmeli diye düşünüyorum. Yine de bilinmeli ama konuşulmamalı, yani bu açıdan bir eleştiri değil, başka yönleri konuşulmalı tartışılmalı. Canımı sıkan ilk şey, kitaplarda çok fazla yazım yanlışları olması. Hızlıcana bilgisayarda yazılmış izlenimi veren yazım yanlışlarıyla sıkça karşılaşmak, her ne olursa olsun, özensiz izlenimi veriyor. Kimi zaman noktalama işaretlerinden sonra boşluk var kimi zaman hiç yok. "Kıbrıslıtürk" kelimesi, ironik olarak, en çok yanlış yazılan kelime sanırım. İkincisi, editörlerin önsözlerinde bir terimsel bütünlük olmaması, yine ortaya konmuş çalışmanın akademik boyutuna darbe vuruyor. Kimi editörlerimiz Modern Kıbrıslıtürk Edebiyatı derken, kimileri Yeni Kıbrıslıtürk Edebiyatı demeyi tercih ediyor. Bir de bunlara, ele alınan dönemi 3 dönemde inceleyerek Modern Dönem, Çağdaş Dönem, ve Şimdiki Dönem başlıkları verilince, kavram karışıklığı doğmuş. Kimi editörler Kıbrıslıtürk Edebiyatı için KTE gibi bir kısaltma kullanırken, bu kısaltmanın ne anlama geldiğini parantez içinde belirten sadece sanırım Ahmet Gildir olmuş. Birden bire KT Edebiyatı veya aynı yazı içinde KTE gibi ifadelerin dönüşümlü kullanıldığını görmek, okuma deneyimi açısından kafa karıştırıcı ve yine özensizlik izlenimi yaratıyor.

Serideki Başlıklar
1. Şiirler (Hazırlayan: Suzan Yılmaz)
2. Operet ve Oyunlar (Hazırlayan: Bilen Kılıç)
3. Anı ve Gezi Yazıları (Hazırlayan: Ahmet Gildir)
4. Öyküler (Hazırlayan: Gür Genç)
5. Romanlar (Hazırlayan: Turhan Uludağ)
6. Denemeler (Hazırlayan: Nazan Ökçün)
7. Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme (Hazırlayan: Murat Bülbülcü)
8. Yaşamöyküsü ve Kaynakça (Hazırlayan: Jenan Selçuk)

Monday 9 March 2009

Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar


Tanpınar, uzun zamandır okumak istediğim, sürekli ertelenmesinden suçlulukla karışık bir tür rahatsızlık duyduğum bir yazardı. Lise yıllarımda eserleriyle tanışıp büyük bir hayranı olduğum Orhan Pamuk'un etkilendiği bir romancı olarak Tanpınar, okumadan da seveceğimi hissettiğim bir yazardı. Marcel Proust'la olan uzun süreli münasebetimin üzerine bir gün, bir arkadaşımdan Tanpınar'ın Proust'tan çok etkilendiğini işitmiştim. İşte o günden beri Tanpınar'la ilgili hissettiklerim iyice karmaşık bir hal aldı. Yaşamı bize bir ucundan dokunan, benzer şeyleri sevdiğimiz, benzer şeylerden etkilendiğimiz, benzer şeyler beklediğimiz bir kişiyi uzaktan da tanıyor olsak, ona sempati duyarız, ve hatta uzaktan bir aşk besleriz. Ancak öte yandan bu kişiyle kavuşmanın, kavuşma anında ve sonrasında doğacak o coşkunun hakkını vermek istermiş gibi sürekli geciktiririz karşılaşmayı. Nasıl olsa buluştuğumuzda olacakları biliriz de, bu anı, zaman (ve hatta mekan) içinde kendi istediğimiz noktaya konumlandırmanın lüksünü yaşarız. Biraz kibirli olan bu tutum, beraberinde acı, kaygı, ve merak getirir. Çünkü bu buluşma anı, bir kereye mahsustur: bir kerede, bir yerde, bir anda olacak, ve sonrasında herşey değişecek...
Benim Tanpınar'la geciken buluşmam öyle oldu ki sürekli ertelenemesinden pişmanlık duydum. Ancak, bir yandan da Huzur'daki Mümtaz'la aynı yaşta olmamın verdiği bir güzellik beraberinde geldi.
Huzur'u okumaya Cumartesi günü başladım. İlk başta susuzluğumu gidermek istercesine hızla gözlerimi gezdiriyordum sayfalarda, ancak çok geçmeden bunun yavaş yavaş tatlı tatlı okunması gereken bir roman olduğunu hissettim. Normal okuma hızımın çok gerisinde okuyorum Huzur'u. Şu anda 123. sayfadayım.
İlk gün, 75 sayfa okudum. Roman, bir hastalık havasıyla başlıyordu. Bu ilk 75 sayfada beni en çok etkileyen Mümtaz'ın çocukluğunun anlatıldığı sayfalardı. Babasının ölümü, Annesi'yle olan yolculukları, Antalya'nın muhteşem doğa tasvirleri.. Doğa, rüya, varoluş, bilinç, bilinmezlik... Bunları nefes kesici bir akıcılıkla harmanlayan, adeta organikleştiren Tanpınar, daha bu ilk sayfalarda beni kendine esir etmişti. Mümtaz'ın bu yalnız çocuk hallerini Mozart Requiem eşliğinde okudum.
Dün, 122. sayfaya kadar okudum. Roman'ın ikinci bölümü, Nuran üzerine. Tanpınar'ın aşk tasvirlerinin, çocukluk tasvirlernin yanında sönük kaldığını düşünüyorum şimdilik. Ancak yine de muhteşem... Bu kısımlarda, "deniz" , "müzik" ve "akışkanlık" gibi motifler ilgimi toplamaya başladı. Bu motiflerin üzerine gitmeyi planlıyorum.. ve elbette Boğaz: akışkan, palimpsest...

Monday 9 February 2009

"Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm" Gündüz Vassaf


Gündüz Vassaf'ı uzun süredir merak ediyordum ve tezimi yazmaya ara verince ilk yaptığım hemen bir kitabını almak oldu. Cehenneme Övgü, Vassaf'ın ilk olarak ingilizce basılmış kitabı Prisoners of Ourselves: Totalitarianism in Everyday Life adlı kitabının, yazar tarafından gözden geçirilmiş çevirisi. Vassaf kitabı 1986-87 yıllarında kaleme almış.

Günlük yaşam felsefesi, çok sevdiğim ve ilgilendiğim bir alan. O nedenle, bu kitap da bazı yerlerinde hoşuma gitti. Ancak, itiraf etmeliyim ki biraz geç tanıdım Vassaf'ı ve geç bir zaman bu kitabı okumak için. Vassaf, çok fazla isim vermeden bazı teoriler ve yorumlar aktarıyor. Bu teori ve yorumların sahiplerini bilenler elbette bu düşünceleri okurken biraz havada kalıyormuş gibi hissedebilir. Okuması keyifli, ancak, mesela bu kitabı 18-20 yaşında okumuş olsaydım benim için hayatımın kitabı olabilirdi. Şimdiyse, kendi görüş ve düşüncelerimin, tavrımın bir yansıması gibi, aynaya bakıyormuş gibi hissettiriyor çoğu zaman.

Vassaf'ın görüşleri ve işaret ettikleri bence önemli ve farkında olunması gereken noktalar. Bu nedenle, bu kitabı özellikle 18-23 yaş aralığındakilere tavsiye ediyorum. Kesinlikle okunması gereken, her gencin bir kez uğraması gereken bir kitap.

Friday 30 January 2009

"Gender" Claire Colebrook


This book is under the title "Transitions" which is a series devoted to passages and movements in critical thought.

Claire Colebrook gives an account of "gender" in the history of philosophy. She is brief but not superficial. Valuable information is conveyed in the book, which touches upon the historical differences of perception of sexuality and gender. Many historical facts that are usually overlooked in the gender discussions today are given in the book. Colebrook explains and discusses the perception of gender in pre-modern times, modernity, and postmodernity (or, poststructuralism). Many acclaimed theorists are covered in the book from a gender-aware perspective, such as Plato, Aristotle, Freud, Lacan, Derrida, Levi-Strauss, Deleuze and Guattari; and feminist thinkers such as de Beauvoir, Kristeva, Irigaray, Elizabeth Grosz, and Butler.

I recommend this book to everyone who is getting prepared for a research that is related to the issues of gender. It is a very good point to start the debate with an awareness of some historical facts. One can also prefer to find and read the work of the thinkers that are related in this book for the research.

Here is the Transitions website, where you can see all the titles:
http://www.palgrave-usa.com/series/serieslist.aspx?page=1&series=Transitions

"Jacques Lacan: A Feminist Introduction" Elizabeth Grosz


This book is an introduction to the psychoanalysis of Lacan from a feminist perspective. It is an account of the psychoanalysis within the historical frame, and it is also an account of the age old battle between psychoanalytical theory and feminist thought.

Grosz starts her book by placing psychoanalysis in the frame of european history of thought and discussing its interaction with the political and social status of the Europe in. While explaining Lacan's theory, she goes back to Freud and discusses how Lacan interpreted them. Throughout the book, she links the discussions to feminist perspective. The book concludes with an account of Kristeva's and Irigaray's theory. Both Kristeva and Irigaray are psychoanalysts, cultural theorists and philosophers with a feminist awareness; Irigaray, though, does not fancy being called a feminist.


In the feminist tradition, Lacan is usually seen as "the enfant terrible." His famous phrase "The Woman does not exist" is usually cited as a proof of his phallocentric position. However, some feminists, for example Kristeva and Irigaray, stopped blaming him for being phallocentric and rather suggested that his theory should be seen as a detailed account of how phallocentricism works. From this perspective, Lacan's theory provides valuable positions to discuss the current structure of signification systems, social order, and the hierarchy of thought.

I recommend this book to the ones who are preparing to read Lacan's work with an aim to study it in connection with feminist philosophy. Grosz's style is very smooth and easy to follow. With this book, I also recommend Sexuality in the Field of Vision by Jacqueline Rose. Juliet Mitchell and Jacqueline Rose are perhaps the first feminist thinkers to suggest a constructive reading of psychoanalysis in order to understand the way to ideology and sexuality are formed.

Thursday 29 January 2009

Women Without Men: A Novel of Modern Iran by Shahrnush Parsipur


I read this novel several months ago in connection with my research study, which is based on contemporary artist Shirin Neshat's work. The novel is composed of five stories of five women in the wake of coup d'etat in Iran in 1953. It is forbidden in Iran and it costed its author several years in prison.

It is a very short novel, perhaps a novella, with 130 pages. It offers an enjoyable read. I started reading the book in the morning, and finished by night. The fantasy elements in the narration give an air of mystery, which is associated with the nature of womanhood. Although I do not remember many details, I still want to say a couple of things about this novel, because it is an interesting piece of work that needs attention.

The five women are (1) Makhdot, who wants to become a tree because she wants to bear children but she is afraid of the pains that sexual intercourse might bring; (2) Zarrinkolah, a former prostitute since childhood. She suddenly starts seeing her customers, and gradually every man on the street faceless; (3) Munis, who dies two times in the novel and comes back to life again; (4) Faizeh, soaked in vulgar superstitions; and (5)Golchehreh, unhappy in her marriage, slightly older than the other women.
The title 'Women without Men' indicates the adventure of these five women to set up a utopic garden estate where they dream of living in harmony away from their routine lives. Having left their habits, five women gather in a garden where they set up a house and employ a gardener, who is the only male in their utopic estate. In the novel, women are apparently associated with nature and a sort of metaphysical realm which is mysterious and beyond the reach of phallogocentricism. But how does a male gardener fit in this picture? In Persian symbology, gardens are places of transcendence. The garden motif is very central in the novel. How about the gardener?

Born in Iran, living and producing in the US, Shirin Neshat has set out to film the stories of the five women narrated in the novel. She has filmed two stories so far: Makhdot (2004) and Zarin (2005). They are marvellous pieces of art. Neshat plans an installation where she can exhibit each video (each story) in a room, and visiters are expected to travel between the rooms so that they can create their own "rhizomatic" collage of the story. As always, Neshat invests a lot in the beholder as a dimension that completes and creates her work differently. I am waiting for the other films, but for 3 years now, we have not heard from Neshat...
This picture is a still from Zarin.